Doğmamış Çocuğa Mektup” kitabının yazarı Orianna Fallaci bu kitabının bir yerde karnındaki çocuğa, mealen “inşallah kız olursun, kadın olmak dünyaya meydan okumaktır” gibi bir şey der [1].
Ben de aynı fikirdeyim; “Kadın olmak meydan okumaktır” çünkü sadece hayatla değil, yanısıra önyargılarla uğraşmak zorunda kalırsınız. Sanmayın ki önyargılar sadece eğitimsizler arasındadır. 1995 yılında Fransa’da yayınlanan ve Türkçe’ye de çevrilen “Erkekler ve Kadınlar” kitabını okursanız, şaşar kalırsınız.
Yayıncı, o dönemin önemli bir kadın ve erkek figürünü 3 ay Fransa taşrasındaki bir incir ağacının altına oturtur ve “aşk, seks, kıskançlık, aldatma, çirkinlik, kadın gücü” gibi kadın-erkek arasındaki pek çok konuda serbest konuşmalarını kayda alır. Erkek figür dönemin en önemli filozoflarından Henry Bernard Levy’dir, kadın ise gençliğinde Andre Gide’nin sekreterliğini yapmış, Fransa’nın ilk kadın senaristi, Elle yazı işleri müdürlüğü yapan, kadından statüsünden sorumlu devlet bakanlığı ve kültür bakanlığı yapmış olan Françoise Giraud’dur.
Bernard Henry Levy’nin yani modern olarak tanımladığımız bir ülkenin filozof denilen bir erkeğinin sözlerine bakarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Çok fazla detay olduğu için tek tek veremeyeceğim. Ama ünlü filozof Levy (nasıl filozofsa), baştan sona kendini kadınlardan yüksek gören bir erkek figürü olarak konuşur. Bu arada kitap Türkçe’ye çevrilirken nedense, orjinalindeki “Kadınlar ve Erkekler” başlığı yerine “Erkekler ve Kadınlar” başlığı kullanılmış. Bu da dikkatimden kaçmadı.
Ama önyargılar sadece erkeklerde yok. Maalesef kadınlar da, toplumun genel önyargısından beslendikleri gibi, bu önyargıyı kendileri geri besliyor. Zavallı bir kadın hakkında aptalca dedikodu yapmak gibi çok örneği var ama daha anlaşılır bir örnek verelim; kadın doktor yerine erkek olanları tercih edenler gibi. Bunu da görmemiz lazım.
Kendin Olmak
Ben temel sorun olarak, bu önyargıların yarattığı “mahalle baskısı” nedeniyle bir türlü “kendi olamayan” kadınlar görüyorum. Etrafımda gördüğüm pek çok kadın, toplumun genel yargıları ile düşünüyor ve hareket ediyor. Daha doğrusu, “ben ne istiyorum?” diye sormadıklarını düşünüyorum.
Mesela bu nedenle, “evlenmek zorundayım” diye önüne ilk çıkanla evlenenler ve yine bu nedenle “çocuğum olmalı” diye kendi planını yapmadan bunu yapanlar var. Bu satıları yazan ben evli ve 2 çocukluyum. Ama bunları gerçekten isteyerek ve planlayarak, “kendim olarak” yaptım.
Şöyle örnekleyeyim; muhtemelen Türkiye’de 2 soyad kullanma adetini yarattım. 1982 yılında evlendiğimde, çevremde evlendikten sonra kendi soyadını kullanan hiçbir kadın yoktu. Oysa ben 25 yıl Füsun Sarp olarak yaşadımdı. Bu soyadını yani “ben olmayı” bırakamayacağımı düşündüm. Bu nedenle 1982’den itibaren ismimi hep “Füsun Sarp Nebil” olarak kullandım. 1990’lara kadar, pek çok kişi bana “Sarp” diye bir kadın ismi duymadıklarını söyledi. Oradan da gördüğüm, o yıllarda kimsenin “kendi soyadını kullanma” fikri yoktu. Ama 1990’lardan sonra yayıldığını görüyorum. Bu tür bir geleneğe öncülük ettiğimi sanıyorum. Bundan mutluyum.
Çünkü, kadınlar “uydu” değildir, bir “bireydir”. Uydu olduklarında ya da daha doğru deyimle “kadınlar uydu olmak zorunda bırakıldıklarında” neler olduğunu anlatacağım bir romanı yazıyorum. Bunun özellikle “kadınlar evde oturmalıdır” anlayışına bir farklı açı getireceği inancındayım.
Kim Kendi Olmuş?
Tabi kendin olmak deyince, size bir kaç örnek vermek isterim. Heryerde “çok başarılı” kadınları okuyorsunuz. Ama “çok başarı” ne demektir? Bana sorarsanız, “çok başarı”, “kendin olmak”tır.
Benim takdir ettiğim “kendi olanlar”a pek çok örnek sayılabilir. Ortak özellikleri “genellikle eleştirilen kadınlar olmak”. Çünkü kalıplara uymayan, kendi bireyliklerini öne alan kadınlar. İlla böyle olmak zorunda değil. Ama kendi oğullarıma da söylediğim bir şey şu; kadın mutluysa, erkek de mutlu olur.
Ben bu yazıda bir kaç örnek anlatacağım; Şemsa Denizsel, Ajda Pekkan, Sevim ve Annem. Gelin daha yakından bakalım;
Şemsa Denizsel
Kendisini tanıyor muyum?
Hayır.. Fiziksel olarak da hiç karşılaşmadık.
Kantin’e gitmiş miydim?
Evet hem de bir çok kez. Çünkü beğendiğim ve fast food geleneğinin yayıldığı bir dünyada yemeklerinin lezzeti bana mutluluk veren (annemin yemeklerini hatırlatan) bir yerdi.
Şemsa Denizsel’in neden beğendiğimi aşağıdaki videoda göreceksiniz. Kendini olduğu gibi ortaya koymuş. Yani başarısızlıklarından utanmamış. Utanıp başkalarının kalıpları ile yaşamamış. Mecbur olduğunda zorlandığı bir şeyler yapmış ama belli bir noktadan itibaren kendi olmuş. Yazmam gereken çok şey yok. Zaten kendisi kendisini anlatmış.
Ajda Pekkan
Fikret Şenes Şarkıları CD’sini arabamda dinliyorum. Bunu dinlerken de Ajda Pekkan’ın kıymetini daha iyi anlıyorum. Kimse kusura bakmasın (başta Sezen Aksu’nun çok kötü ve ölgün/baygın Tanrı Misafiri yorumu olmak üzere) Ajda Pekkan bambaşka bir yerde. Hem de aradan geçen 50 kusur yıla rağmen. Şarkılarını dinledikten sonra “yok bunu Ajda’dan dinlemem lazım” duygusu oluşuyor. O CD’den bir şarkının Ajda versiyonunu aşağıya koyarken (bu şarkıyı Nilüfer de çok güzel söylüyor), Şenes CD’sinde en güzel yorumun Evrencan Gündüz’ün “Nasılsın İyi Misin” olduğunu da not edeyim.
Sadece ses mi? Ajda Pekkan’ın yorumu kendine özgüydü. Sesindeki oyunlar ve tınılar da. Ama daha önemlisi, bizler onu o yıllarda “Kimler Geldi Kimler Geçti” ve estetikleri ile eleştirirken, o bize örnek oldu. Genç nesiller anlamasalar da, Ajda Pekkan’ın 1960-1970’lerde genç olan kadınlar üzerinde önemli bir etkisi vardı. Duygu Asena’nın feministliği yazarak öğrettiği yıllarda, bence o günün ortalama kadınlarına ve genç kızlarına (bana da) bakımlı olmayı, saçına, başına özen göstermeyi öğretti. Hala da öğretiyor.
Ama daha önemlisi, tek başına güçlü olmayı gösterdi. Bunun ona neye mal olduğunu bilmiyoruz. Anlattığını duymadım. Daha geçen yaz, eşimin sınıf arkadaşı olan entellektüel erkeklerin olduğu bir ortamda eleştirildiğinde düşünmeye başladım bunu. Bütün bu yıllar boyunca, eleştirilere ve miki vs dedikodularına karşı hep “cool” takıldı. Kendi bildiği yolda yürümeye devam etti. Güçlülüğü şarkılarında da vardı. Ortamda hep ve hala “öldüm, bittim” şarkıları var. Ama Ajda’nın aşk acısı çeken şarkılarında bile bir meydan okuma hissedersiniz ve zaten doğrudan meydan okuduğu şarkılar da var (Fikret Şenes’in de yardımıyla tabi ki). Keşke kadın araştırmaları yapan sosyolog akademisyenler, bir Ajda Pekkan analizi yapsalar.
Sevim
Sevim’le 3 sene önce tanıştım. O bana temizlikte yardımcı olan kadın. Evime ilk geldiğinde gördüğüm “sinirli” bir kadın olmasıydı. Ama beklemediğim bir iş çıkardı (evdeki süresi geçmiş paketleri toparladı, bir türlü yerleştirmeyi beceremediğim eşyaları tam da bana uygun şekilde yerlerine koydu). O nedenle de —sinirine rağmen— onunla çalışmaya devam ettim.
Sevim akıllı bir kadın. Genç yaşta yaptığı evliliği ve 2 genç çocuğu var. Çalışmak zorunda. Eğitimini de tamamlayamadığı için başka yapabileceği bir iş yok. Zaten tamamlasa ne olur? 2 Üniversite bitirmiş çocuğu aylardır iş bulamıyor.
Sevim sinirli çünkü 2 erişşkin çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırken, bir sürü anlamsız ve insafsız kadınla muhatap olmak zorunda. Ona para ödedikleri için her türlü düşüncesizliği yapan bir sürü kadın. Sevim sinirli çünkü kafasını çalışan ve gururlu bir kadın. Bazen bir evde kazaen kırılan bir şey için gün boyu kazanmak için çabaladığı parasını “almayacağım” diyerek bırakıyor. Karşısındakiler de anlayamadığım bir şekilde buna “tamam” diyor. Paraya bu kadar ihtiyacı varken, neden bunu yaptığını sordum. Daha önemlisi; karşıdaki kadın bir şey öğreniyor mu? Ya da düşünüyor mu? Cevap; genellikle hayır.
Kastettiğim şu; elimizdeki 3 kuruş para ile insanlara eziyet yapmayı mı biliyoruz? Bunu herkes bir düşünsün….
Annem
Annem Onun ne kadar güzel olduğunu, ancak babamın bir akrabası ile karşılaşıp bana “annen Bakırköy’ün en güzel kızıydı. Hala o kadar güzel mi?” diye sorduğunda farkettim. Ne kadar gururlu olduğunu ise ancak öldüğünde tam anlayabildim. Abartmadığımı anlamanız için aşağıya resmini koyuyorum.
Kucağındaki bebek benim. Yıllar içinde tuttuğu bazı notları elimde, o notları da içeren bir romanı yıllar içinde bitirip, yayınlamak istiyorum. Bütün hayatım boyunca onunla çekiştim. Çünkü herşeyi yanlış anlamışım. Söyleyebileceğim en önemli not şu; güçlü ve çeşitli özellikleri olan bir kadın neden eğitilmeli. O kadını eve kapatırsak ne olur? Çok sevgili bir kocaya rağmen, bu kadın acaba mutlu olur mu? Bütün bunları anlatacağım.
Ayrıca bu yazıyı da bir kaç bölüm olarak yazacağım.. Bunların bir diğeri teknolojik kadınlar olacak.
Yazımızı Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşındaki kadınları anlatan müthiş şiirinden kısa bir bölüm ile bitirelim..
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız